yeraltında binbir gece
bir masal anlatılır
uyku ve ölüm iki çocuk
korkuyla birbirine sarılır
gecenin kanatları örter ağaçları
ve bir sincap şaşkınca süzer karanlığı
bir ürperti bir titreme
aniden alevlenen içinde
hayalinde binbir dev yaratmış
binbir gece şeklinde
toprağın sarsıntısı
aşağılardan geliyor gibi
bir yılanın sürünürken
çıkardığı sesi
andıran bir hal var
ormanda bu gece
baykuşun gözlerinde
bir başka anlam gizli
bir başka uluyor çakallar
bir başka doğuyor ay bu gece
yarılan topraktan kan sızıyor
tanrıların kanı düşmüş toprağa
ambrosia çiçek açmış
ve sanki acı bir bal damlıyor
dudaklarından yarama
ruhumu dirilten
tenimi öldüren
bir başka hal var bu gece
sende
bende
ve göklerde
sıralanmış üst üste
sütunların üstünde
tanrıların kutsal mabedi
beliriyor bulutların arasından
usulca ama aniden
kurbanların kanı damlıyor
bulutların üstünden
zehir saçıyor ormana
ağaçlar kederli
ve ağlıyor bir kuzgun
bildiği ve unuttuğu
ve şimdi yeniden bildiği
bir sırrı var da gecenin içinde
onu hatırlıyor belki
karanlık ta bir başka bu gece
bir başka sarıyor ellerini
ve ellerin ellerimi
ellerim ayaklarını
ayaklarından toprağa
bir kaç damla şarap süzülmüş
dudaklarından bileklerine kadar inen
kızıl nehirler suluyor hasadını
gelecek nesillerin
gözlerinde ay parlıyor
kanlara bulanmış
ıslak ve kaygan
göklerden daha karanlık gözlerin
ve aydan daha beyaz yanakların
dişlerin daha keskin
kerberusun dişlerinden
etime geçmiş
ve pençelerim kollarında
kurbanların kanına doymuş gece
ve biz
birbirimizin dudaklarına
saçların örtüyor bedenimi
usulca
gözlerinin büyüsü akan gözlerimden içime
ve çakalların sesi dolunayda uluyan
uğulduyor kulaklarımda
çöreklenmiş bir yılan uyuyor sanki
taa derininde bir yerlerde
gözbebeklerinin
ruhumu zehirinin sardığının
rüyasını görüyor
usulca nefes alıp verirken
saçların esir almış
dört nehrini cehennemin
parmaklarında kıvranıyor gözlerim
susuz kalmış topraklar
ağlayan yaralar gibi
hasret damarlarında akan kana
son kurbanı gecenin
henüz uykusunda
sessiz sokaklarda yankılanan ayak izleri ürpertiyor kaldırımları, sarmış dört yanını dizginlenemeyen duygular süsenlerin, bir bakır imbikten damıtılmakta özü ciğerimin, kanları saçılmış toprağa, çift boynuzlu tacı göklere yükseliyor rahibenin, perde aralanmış ve ejder uykuda, şehvet gecenin bağrında parlayan ay sanki ve tutkumuz doğacak güneş, aşkımız yıldızlara bölünmüş, bir karnaval yırtıyor sessizliği saçarak rengarenk ışıklarını derinliğine gecenin, yakınlar uzak olmuş, bugünler yarın ve dün kavuştum sana, sonsuza kadar…
göklerin kapıları aralanmış
çağırıyor birer birer yıldızlar
gitmeye cesâreti olanları
küçük siyah kedinin
ayaklarına dokunabilmek usulca
ve hoşçakal diyebilmek toprağa
bu kadar zor olmasaydı
garip bir dünyâda yaşıyoruz, ama aslında dünyâ – yâni üzerinde yaşadığımız devâsâ kütle – değil garip olan, bizim kafamızda yarattığımız, daha doğrusu bizim için yaratılıp kafamıza sokulmuş gerçeklik. insanları bacakları arasında taşıdıkları organlara göre ikiye ayırıyoruz, oysa ayırmıyoruz kulağı kepçe olanları ve olmayanları. kadınlarla sevişmeyi seven kadınlar ve sevmeyen kadınlar diye iki kategorimiz var ama ıspanak yemeyi seven kadınlar ile sevmeyen kadınlar bu kadar büyük bir mesele değil. sahi nedir bize üremeyi bu kadar önemsettiren? bizden sonra bir nesil daha gelmese neyimiz eksilir? ya da gelse de bizim gibi olmasa?
hepimiz kendi yarattığımız gerçeklik içerisine hapsolmuşuz. yarattığımız kimlikler boynumuzdan bağlıyor bizi bataklığına medeniyetin. biricik olmuyoruz, olamıyoruz. hep birilerinden olmalıyız, hep bir yerlere dahil. ona göre çeki düzen vermeliyiz kendimize, uyuyormuyuz uymuyormuyuz kendimize diye. uymazsak içten içe bir utanç ile koşmalıyız mağaramıza ve çıkmamalıyız uyumlu olana kadar kendimizle. kendimiz hani gürûhumuzun bir üyesi, bir nümûnesi olan. ben buyum diyemeyiz, biz böyleyiz, biz olduğumuz için hakkımız var böyle olmaya, ben olsam eğer hiçbir şeye hakkım olamaz…